BİR BUDİST TAPINAĞINDA YETMİŞ BİR GÜN

20 Ağustos 2007 tarihinde “Yerleşik hayata dönmemek üzere 100 ülkede 100 türkü çağırmak” mottosuyla Youtube’a katılan Loudingirra Özdemir‘i bilen bilir. Sazı elinde diyar diyar dolaşıp bağlamasıyla Türk kültürünü yansıtan türküleri gururla çalar söyler.

Son çıktığı seyahatte bir budist tapınağında 71 gün geçirmekte olan Özdemir budist keşişlerle ve öğretmenlerle diyaloğunu 3 parçalık yazı halinde paylaştı.

İnanç kavramı üzerine yapılan yorumlar ve çıkarımlar, insanın kendisi için olanla Tanrı için olan arasındaki farklar ve daha fazlası…

Keyif veren yazının bitiştirilmiş halini aşağıda bulacaksınız. Elbette eleştirilmeye açık noktalar var fakat eleştirebilmek için yaptığınız düşünme sizleri beyin fırtınasına sürükleyecek.

Keyifli Okumalar

Sabaha karşı gong sesiyle uyandığımda, içim ürpertiyle doldu. Sırtüstü yattığım yerden bir süre etrafı dinledim. Tapınağın köpekleri çıldırmış gibi havlıyordu. Saat, dün gece geç saatlerde ben buraya geldikten sonra keşişin mutlaka uyanmamı tembihlediği saat, yani dört olmalıydı.

Burası, yerleşim yerinin kırk elli kilometre dışında, ormanın içinde inşa edilmiş, üç keşişin yaşadığı, kimi zaman ise çevre illerden gelen keşişlerin inzivaya çekildiği bir tapınaktı. Sabahın dördünde uyanmaya alışık değildim ve bu yüzden yatakta tembellik yapıyordum. Çok geçmeden keşişin ayak seslerini pencerimin önünde duydum ve duyar duymaz, suçluluk duygusuyla yataktan fırlayıp dışarıya çıktım. Işığı cılız bir el fenerinin yardımıyla karanlık bir patikadan geçtik. Sabah ibadetinin yapıldığı binaya vardığımızda keşiş, benden arkada oturmamı ve onlar ne yaparlarsa aynısını yapmamı istedi. Yüksek bir tavan altındaki kocaman bir Buda heykelinin karşısında, baş rahip önde diğer iki rahip arkada, birer yer minderi üzerinde dizüstü oturmuşlardı. Önlerinde, üzerinde dua kitaplarının olduğu küçük birer rahle vardı. İçerisi mumlarla aydınlatılmıştı. Mum ışığında saydam, zümrüt yeşili heykel derinlik kazanıyor, koni şeklindeki yaldızlı başlığı ve gerdanlığıyla, takınıp süslenmiş bir insan izlenimi uyandırıyordu. Baş keşiş, oturduğu yerden otantik bir ses tonu ve mistik gırtlak hareketleriyle ilahiler ve dualar okudu. Diğer rahipler, ona zaman zaman eşlik ediyordu. Birkaç kere secdeye gidip yeniden oturdular. Bir süre gözleri kapalı sessizce meditasyon yaptılar. Ardından dualarla ibadeti bitirdiler.

Tapınağın şoförünün kullandığı arabaya atlayıp şehre doğru yol aldığımızda, ortalık hala karanlıktı. Önde Ajahn Sutep oturuyordu. Yetmiş yaşında, iyi eğitim almış, ülke genelinde dini çevrede tanınan saygın bir keşişti. Tapınakta, yalnızca ona ajahn (Tay kültüründe öğretmen, üstat gibi anlamlara gelen; Buda öğretisinde ise, on inzivaya çekilme sayısını tamamlayan keşişler için kullanılan bir sözcük) diye hitap etmem istenmişti. Diğer keşişler arkada, yanımda oturuyorlardı. Onlara monk (rahip, keşiş) diye hitap ediyordum. Biri altmışlı, diğeri ise otuzlu yaşlarındaydı. Şoför, şehrin girişinde bir pazar yerinde beni ve iki keşişi indirdi, genç keşişi başka bir pazara götürmek üzere yoluna devam etti.

Pazar alanına ulaşmak için otoban kenarında, sokak lambalarının sarı ışığı altında bir süre beraber yürüdük. Keşişlerden biri, geriden yürümem için beni uyardı. Saygıyla eğilip geriye çekildim ve arkalarında yürümeye devam ettim. Kendi aralarında konuşuyorlardı. Sesleri çok uzaktı. Traşlı kafaları ve topuklarına kadar dökülen turuncu kıyafetlerinin kumaşından dikilmiş, omuzlarına geçirdikleri heybeleriyle sanki bu dünyaya ait değillerdi.

Çocukluk yıllarım aklıma düştü. Yine günün bu saatlerinde, camii yolunda, topuklarına kadar dökülen beyaz cellabisi içinde babamın arkasında koşar adım yürürdüm. Şimdi ise yıllar sonra, dünyaya sırt çevirmiş bu keşişlerin arkasında kısa adımlarla öylece yürürken, kültürel köklerini yitirmiş belleğim, bir çöplükten farksızdı. Arada sırada ölümle kumar oynamanın dışında, hiçbir şey beni heyecanlandırmıyordu artık.

Pazar alanına vardık. Pazar alanının girişinde, keşişler önde, boyunlarına asılı bir tencere büyüklüğündeki alüminyum kaseyle, bense bir adım geride, onların taşımam için bana verdikleri, her iki omzuma taktığım boş heybelerle beklemeye koyulduk. Gecenin karanlığı, yerini yavaş yavaş sabahın alacakaranlığına bıraktıkça, pazar hareketleniyordu. Tezgahlardaki taze sebze meyvelerin ve deniz ürünlerinin yanı sıra kızartmalardan sulu yemeklere ve hatta çeşit çeşit tatlılara kadar ocaklarda hazırlanan yiyecekler ; şeffaf naylon poşetlere konulup ağzı lastiklerle bağlanıyor ve satışa hazır hale getiriliyordu.

Aradan epeyce bir süre geçmesine rağmen, kimse keşişlere yanaşıp kaselerine yiyecek bırakmıyor, bir koşuşturmaca içerisinde pazara uğrayan insanlar, ellerinde poşetlerle önümüzden geçip uzaklaşıyorlardı. Bu manzara karşısında, halkın yardımları dışında bir geliri olmayan keşişler adına üzülmüştüm; fakat çok geçmeden insanlar keşişlere yanaşmaya başladı. Önce ayakkabılarını çıkarıyor, wai (göğüs üzerinde avuç içlerinin birleştirilip başın hafifçe eğilmesi) yapıyor, ardından kasenin içine yiyecekleri bırakıp geri çekiliyor ve wai pozisyonunda diz çöküp keşişler onları kutsayıncaya kadar hareketsiz bekliyorlardı. Keşişler, kaseler doldukça onları omuzlarımdaki heybelere boşaltıyorlardı.

Ufuk kızıla boyandığında, taşımakta zorlandağım yükün altında, bir an önce tapınağa dönmek için sabırsızlanmaya başlamıştım. Pazar yerinden ayrıldık. Otoban kenarında terk edilmiş, yıkık dökük bir binanın önünde oturup şoförün bizi almasını bekliyorduk.

Ajahn Sutep yiyecek dolu heybeleri avuçlayarak gülümsedi.

“Artık yeteri kadar yiyeceğimiz var.” dedi.

Ben de gülümsedim:

“Evet, hem de en az üç gün yetecek kadar.”

“Tapınağın köpeklerini candan saymıyor musun?” dedi.

“Saklayıp biriktirmeden, bulduğumuz kadar yemeliyiz. Aksi takdirde saklayıp biriktirdiklerimizin kölesi oluruz.”

Uzağa baktı:

“Buda, ailesini ve ülkesini terk ettiğinde seninle aynı yaştaydı.” dedi.

Bakışlarını bana çevirdi:

“Buda öğretisini, senin bu yaşta öğrenmeye karar vermen bir tesadüf değil.”

Saygıyla dinliyordum.

“O, ıstırap ve tatminsizliğin olmadığı sonsuz bir hayat arzusu ile mutlak huzura ve dinginliğe erişmek için bir arayış yolculuğuna çıktı. Bir prensti, sarayın lüks yaşantısını ve ailesini arkasında bırakmıştı. Üstatları ve yol arkadaşlarıyla birlikte çileli yollarda perhizli yıllar geçirdi, fakat aradığını bulamamıştı. Yoluna yalnız devam etti ve bir gün Bodhi ağacının altında ‘aydınlanmayı’ yaşadı.”dedi.

Tapınağa dönüp heybelerdeki hazır yiyecekleri tabaklara yerleştirdiğimizde, saat yedi sularıydı. Kahvaltı masasına keşişlerle birlikte oturmaya yeltendiğim sırada, yaşlı keşiş tarafından uyarıldım. Tabağımı alıp odanın uzak bir köşesinde tek başıma kahvaltımı yaptım. Böylece keşişlerle aynı sofraya oturulmaması gerektiğini, kırıcı bir üslupla da olsa ilk günden öğrenmiş oldum.

Öğleden sonra Ajahn Sutep ile ilk derse başladık. Dikdörtgen bir masada karşılıklı oturuyorduk. Önümde, seksen sayfalık, yeni alınmış çizgili bir defter vardı.

“Yaz.” dedi.

“What is the meaning of life?”

Yazdım.

“Yarınki dersimize kadar bu sorunun cevabı üzerine düşün.” dedi.

İlk dersimizin bu kadar çabuk bitmesine şaşırmıştım. Sandalyeden kalkıp kapıya doğru yönelirken:

“Ben bu soru üzerinde zamanında çok düşündüm.” dedim.

Ajahn Sutep istifini bozmadan önündeki kitapları karıştırıyordu. Gözlüğünü çıkardı. Gözlerini iyice küçülterek beni süzdü ve gözlüğü tuttuğu elini havaya kaldırarak:

“Bunu biraz da bu tapınağın çatısı altında düşün.” dedi.

“Buda öğretisine göre bu sorunun cevabı var mı?”

“Var, ama Buda bunun dil ve kavram aracılığıyla aktarılamayacağını söylemiştir.”

“Peki ben size bunun cevabını yarın nasıl aktaracağım?”

Güldü. Gözleri iyice kaybolmuştu.

“Senden soruyu cevaplamanı istemedim, yalnızca üzerinde düşünmeni istedim.”

Gözlüğünü geri taktı:

“Sabırlı ol.” diye devam etti. “Bir felsefe dersinde olmadığımızı, soru sorma ihtiyacının günden güne azaldığını fark ettikçe anlayacaksın. Çünkü Buda, hakikata sözcüklerle ve sorularla ulaşmadı. Sözcükler ve fikirler birer hapishanedir.”

İkindi sonrası, tapınağın bir köşesinde sızıp kalmıştım. Genzimi yakan keskin tütsü kokusuna uyandığımda, hava kararmıştı. Buda heykelinin önündeki kutudan bir tane mum alıp yaktım. O sırada ayaklarımın arasında kaçışan kocaman bir akrebi fark etmemle korku içinde yerimden sıçramam bir oldu. Elimden düşen mum sönmüş, içerisi tekrar karanlığa gömülmüştü. El yordamıyla dış kapıya ilerledim. Görünürde kimsecikler yoktu. Keşişler odalarına çekilmiş olmalıydı. Korulukta uyuklayan köpeklerle karşı karşıya geldim. Başlarını kaldırmış, kulaklarını dikmiş bana dikkat kesilmişlerdi. Gün içinde onlarla tanışmamış olsaydım, şüphesiz ortalığı çoktan ayağa kaldırmış olacaklardı.

Ay ışığının vurduğu açık alana yöneldim. Gecenin sessizliğinde yankılanan canlıların sesi, bir senfoni orkestrasının ahenk içindeki çeşitliliğinden farksızdı. Uzak tepelere baktım, sanki kulakları sağır eden bunca senfonik gürültüyü koruyup beslemiyormuşçasına donuktu! Başımı kaldırdım, gök bakıyordu ve dolunay soluk kesiciydi; ilkel dönemlerin insanı olsaydım, etrafımda adak adayıp sığınacak ve hatta tapınacak ne kadar çok nesne vardı! Bilinç düzeyimiz arttıkça korkunç bir yalnızlığa gömülüyorduk…

Birkaç gün sonra, tapınağın günlük rutinine uyum sağlamaya başlamıştım. Sabahın dördünde gong sesiyle uyanıyor, beşe kadar üç keşişle birlikte sabah ibadetini yerine getiriyor, beş buçukta eski model Toyota bir arabayla şehre inip pazar yerlerinde ve köşe başlarında dikiliyor, heybelerimiz yiyeceklerle dolunca tapınağa geri dönüp saat yedi sularında kahvaltıya oturuyorduk. Kahvaltıdan sonra herkes kendi başına vakit geçiriyordu. Saat on birde öğlen yemeği için bir araya geliyor, yemekten sonra ise, Ajahn Sutep ile ikindi vaktine kadar ders yapıyorduk. İkindi sonraları meditasyon yapılırdı. Tapınakta akşam yemeği yenmezdi; çünkü Budizm’deki sekiz emrin altıncısı, öğlen on birden sonra keşişlere yemek yemeyi yasaklamıştı. Akşam saat sekiz dokuz civarında, keşişler uyumak için odalarına çekilirlerdi. Ben ise, ibadetlerin yapıldığı ana binada geç saatlere kadar mum ışığında otururdum.

Ajahn Sutep ile aramızdaki hoca-öğrenci ilişkisi, dostluğa dönüşmüştü. Özellikle benim din görevlisi ve öğretmenlik geçmişimi öğrendikten sonra, derslerimizde zamanın büyük bir kısmı İslam ve Budizm üzerine yürüttüğümüz tartışmalarla geçiyordu.

Bir keresinde, İslam’ın inanç yapısını kastederek:

“Her şeyin yaratıcısı olan bir Tanrı, zorunlu olarak yeryüzündeki bütün kötülüklerin de yaratıcısıdır. Böyle bir tanrı anlayışına inanırsam, acı karşısında kime sığınacağım? Yaşamım ve sevdiklerim adına kaygı duymadan, aynı zamanda kötülüklerin de kaynağı olan bu mutlak güce nasıl güvenebilirim? Ortadoğu din geleneği, bu problemi çözmek için şeytan kavramını ortaya atmıştır. Peki, şeytanı yaratan kim? Yine Tanrı. Oysa Buda öğretisinde, böyle bir çelişki yoktur: Duyu ve algılarımızın ötesinde, tüm paradoksları içinde barındıran bir ‘tanrı’ tasviriyle ilgilenmek yerine, ‘tanrı’ fikrinin kaynağı olan insan ve onun iç dünyasıyla ilgilenilmiştir.” demişti.

Akdeniz Havzası’nın düşün tarihinde, binlerce yıldır kötülük problemi tartışılagelmiştir. Teodise olarak da bilinen bu kavram, mutlak iyi ve her şeye gücü yeten bir Tanrı’nın yaratmış olduğu evrende, “O halde neden bu kadar çok kötülük var?” sorusuna mantık ilkeleri çerçevesinde cevap bulma çabasıdır. Teist filozofları zor durumda bırakan bu soru, gerek Hıristiyan gerek Müslüman filozofları, toplumda dini devam ettirmek ve kutsal kitaplardaki öğretileri akla uygun şekilde yansıtabilmek adına yoğun bir çabaya sokmuştur. Örneğin İslam filozofları, bu problemi, “cüz’i irade” ile açıklamaya çalışmışlardır. Oysa cüz’i iradenin olduğu yerde, her şeye gücü yeten bir Tanrı’nın olması, sağduyuyla açıklanamaz. Eğer Tanrı, iradesini ve gücünü yarattıklarıyla paylaşıyorsa, o Tanrı, artık “Her şeye gücü yeten veya mutlak kadir bir Tanrı” değildir. Yok aksine, “İradesini ve gücünü yarattıklarıyla paylaşması, onun şanından ve büyüklüğündedir.” diye bir yorum yapılacaksa; Tanrı, paylaştığı bu irade ve güçle, yapılan bunca zulüm ve kötülüğe göz yumuyor demektir. O halde O, mutlak iyi değildir. “Hayır, O mutlak iyi ve merhametli bir Tanrı’dır, yalnızca biz kullarını sınamak için bize mühlet veriyor.” diye dinî bir argümanla savunmaya geçilecekse; o zaman, inancın konforu ve büyüsüyle, sağduyudan uzak bir önerme sunulduğu ve mantık zemininde güreşilmediği için er meydanında daha fazla durmanın bir anlamı kalmayacaktır.

İşte bu nedenle kendi içimde, Ajahn Sutep’in böyle bir Tanrı anlayışına sığınmamasını takdirle karşılıyordum.

Ajahn Sutep’i yeniden dinlemeye devam ettim:

“İslam ve Hristiyanlık gibi dinlerde Tanrı ile ilgili çok bilgi varken, insan ile ilgili çok fazla detaya rastlayamazsın.” dedi.

Tepkimi ölçmek için bir süre bakışlarını üzerimde tuttuktan sonra:

“Bu durum insanları ayrıştırıyor. Soyut bir varlıkla ilgili, zihinleri çelişkili ve anlaşılmaz bir bilgi bombardımanına tutarsan, her bir dini grup, kendi kavrayışı ölçüsünde anladığını bir diğerine mutlak doğru diye dikte etmeye çalışır. Ortaçağ Avrupası’nda tam olarak bu durum yaşandı. Günümüzde Ortadoğu da yaşananlar, zaten farklı değil.” diye devam etti.

Yüzünde haklı bir gurur ifadesiyle:

“Budist öğretisinin yaşandığı coğrafyanın tarihinde, din savaşlarına neredeyse hiç rastlayamazsın; çünkü Budacılık, acı ve ıstıraplardan kişisel kurtuluşunu amaçlayan tek tek kişilerin iç dünyasına odaklanmıştır.” diye ekledi.

“İslam ve Hristiyan öğretisi de bireylerin iç dünyasını ihmal etmemiştir. Örneğin İslam’da, kötü arzuların ve huyların kaynağı ruhtur; İslamî terimle, ‘nefis’tir. Kur’an’da, dengeli bir iç dünya inşa etmek için nefisin terbiye edilmesiyle ilgili birçok ayet vardır.” dedim.

“Doğru; ama bu terbiyeyle, özgür bir kişilik yaratmaktan ziyade, Tanrı’ya yaranmak ve onun gözüne girmek amaçlanmıştır.” dedi.

…İkindi sonraları, Ajahn Sutep’le tapınağın akşam güneşinin sızdığı bir bölmesinde, inzivaya çekiliyorduk. Her gün, bölmenin içi karanlığa gömülünceye kadar tekrarladığımız bu uzun meditasyonlar, Ajahn Sutep’e göre, Buda’nın günlük ritüelinde ihmal etmediği basit egzersizlerdi. Amacım, Buda’nın bir izdeşi olmaktan ziyade, daha önce Amazonlarda Kızılderili Şamanların ritüelleri esnasında, ayahuasca ve san pedro kaktüsü gibi halüsinojenik bitkiler yardımıyla yaşamış olduğum deneyimlerin, Budistlerin bu tür bitkileri kullanmadan, yalnızca zihin ve nefis terbiyesiyle bir çeşit “aydınlanma” diye tarif ettikleri mistik deneyimlerle benzer olup olmadığını anlamaktı. Bunun meşakkatli ve sabır isteyen bir yöntem olduğunun farkındaydım. Hele ki zihni uyarıcı bombardımanı altında olan, bir an bile kendisiyle yalnız kalamayan modern insan için, hiç kolay değildi.

Kafa tıraşı olup viharaya (tapınak veya Budist manastırı) girmemin üzerinden kırk günden fazla bir zaman geçmişti. İnzivada geçen bir ikindi sonrasında gözlerimi açtığımda, içeri dolan akşam güneşiyle tüm nesnelerin Ajahn Sutep’in cübbesinin rengine boyandığını gördüm. Yutkundum. Tükürüğümün yemek borusunda mideme doğru yuvarlanışını hissediyorum. Bedenimi yadırgadım. Neden böyle ilkel ve ucube bir mekanizmaya muhtaçtım? Bedenimin içinden çıkıversem… Çıkabilir miydim? Yanaklarımdan yuvarlanan damlacıkların mekanik gıcırtılarını duyuyorum. Bir dakika! Bir şey zihnimi yalayıp geçti. Off! Sen miydin bu bedeni hakir gören! Neyim ben şimdi? Akşam güneşinin ta kendisiydim. Hayır! Ajahn Sutep idim. Hayır, hayır! Fakat şimdi farklı bir şeyim! Varolmak bir ânın sonsuzluğu içinde, her daim biçim değiştirmek miydi? Bu nasıl ezici bir varoluş yüküydü, nasıl sonu gelmeyen ıstıraptı öyle! Bir dakika?!? Bir uçtan diğerine savruldum: Var olmak, tek kelimeyle muhteşem! Bu keskin ve dramatik değişimler, ne akıl almazdı. “Akıl” sözcüğü karşısında, her şey alaycı bir gülümsemeye büründü. Peki ama “Tanrı” neydi? Olup biten her şey! Evet, olup biten her şeydi! Tatminsizlik girdabına kapılıyorum. İnsan, dokunup sarılabileceği bir “Tanrı” istiyordu. Aman Allahım! Dört bir yanımda o var! “Tanrı” desem, değil. Daha kutsal bir şey! Ve şimdi ondan binlercesi var. Her biri öylesine muhteşem ve bir diğerine öylesine tezattı ki, birisine yöneldiğimde, berikini inkara zorlanıyordum. Her bir ayrılıkta ve inkarda kan rengi bir ızdıraba bulanıyorum. Cehennem dedikleri şey bu muydu? Evet buydu, artık hiç şüphem yok. Şimdi ne intihar var burada, ne de ölüm. El uzatacak kimse de yok. Zaten ızdırap da benim, cehennem de. Son bir çırpınış ve gayretle “Allah!” diye mırıldanıyorum. Sesim içime akıyor. Yıkanıyorum. Her şey ak pak. Varolmak, yeniden kutlu bir davaya bürünüyor ve bütün arzu ve isteklerim bende sönmeye yüz tutuyor.

Ertesi sabah, dilenme tasları ve heybelerimizle yiyecek dilenmek için şehir yolundayken, önceki gün yaşadığım deneyimi Ajahn Sutep’le paylaştım. Sözümü bitirinceye kadar tepkisizce beni dinledikten sonra:

“Öznel deneyimlerini sözcüklere dökerek ucuzlatırsan, daha sonra yaşayacağın deneyimlerin kılavuzu hakikat değil, sözcükler olacaktır.” dedi.

Bir gün, viharayanın bahçesinde oturuyordum. Ajahn Sutep yanıma geldi. Yüzünde sevinç ifadesi vardı:

“Eşyalarını topla, seni bir yere götüreceğim.” dedi.

Eşyalarımı toplamamı istediğine göre, anlaşılan günübirlik bir ziyaret olmayacaktı. Biraz bu belirsizlikten, biraz da tepedeki güneşin yakıcılığından, gönülsüzce, ağır ağır yerimden kalkıp çantamı hazırlamak üzere oradan uzaklaştım. Ajahn Sutep’in arkamdan seslenişini duydum:

“Son günlerde çok rehavete kapıldın. Cesaretle bir gün yaşamak, tembellik ve zayıflıkla bin yıl yaşamaktan yeğdir.”

Virajlı dağ yollarında, yarım saat kadar süren araba yolculuğundan sonra, Ajahn Sutep’in sözünü ettiği yere varmıştık. Şoförü arabada bırakıp, Ajahn Sutep’le beraber indik. Ormanın içinde, geniş bir düzlüğe karşı kurulmuş, ikisinin etrafı açık toplam üç baraka vardı. Tung ağacının yaprağından örülmüş koni çatıları, kalın bambu direkleri tutuyordu. Etrafı açık ve en büyük barakaya yöneldik. Yirmili yaşlarda iki kız bizi içeriye buyur edip ahşap bardaklarda taze mango suyu ikram ettiler. Biz, yer minderlerinde oturup etrafta başka yerleşimin olmadığı, el değmemiş izlenimi uyandıran manzaraya karşı mangolarımızı içerken, daha sonra kızların annesi olduğunu öğrendiğim yaşlı bir kadın, içeri girdi. Ufak bir Asyalı yüze sahip olmasına karşın, burnu bir zencininkinden farksız iri ve geniş delikliydi. Teni güneş yanıklarıyla doluydu, tırnakları küttü ve elleri çatlamıştı. Ajahn Sutep’i görür görmez, önünde wai (göğüs üzerinde avuç içlerinin birleştirilip başın hafifçe eğilmesi) yaptı. Ajahn Sutep, yerinden hızlıca doğrulup gözlerini sıkıca yumdu. Gözlerinin çevresinde derin kırışıklıklar toplanmıştı. İçinden dualar okuyor, belli belirsiz kıpırdayan dudaklarını, zaman zaman öne doğru büzüp nefesini yaşlı kadına üflüyordu. Bu durum bir dakika kadar devam ettikten sonra, yerlerine geçip Tay dilinde koyu bir sohbete koyuldular. Yaşlı kadın, bana selam vermediği gibi, Ajahn Sutep’le sohbetleri sırasında, başını bir kere dahi olsun benim oturduğum tarafa çevirmedi.

    Ajahn Sutep gitmek gitmek için ayaklanırken:

    “Bayan Ubon, bitkilerin dilinden çok iyi anlayan bir şamandır. Tüm yaşamı ormanlarda geçti.” dedi ve sağdaki barakanın duvarında asılı, farklı kültürlere ait enstrümanları göstererek:

    “Çalamadığı müzik enstrümanı yoktur. Yarın akşam müzisyen dostlarıyla birlikte ormanda bir ritüel düzenleyecek. Seni yarınki ritüele enstrümanınla katılmaya davet ediyor.” dedi.

Bayan Ubon, başını benden yana çevirdi. Bakışlarımız ilk kez buluşmuştu. Bu fırsatı kaçırmadım. Gülümseyip teşekkür ettiğimi gösterir biçimde başımı eğdim. Bayan Ubon, yüzünde hiçbir ifade belirmeden, bakışlarını üzerimden çekti. Ajahn Sutep sevinçli görünüyordu:

    “Bayan Ubon birikimli ve tecrübeli bir şamandır. Yarınki ritüel, unutamayacağın deneyimlerden birisi olacak.” dedi ve bir Bayan Ubon’a bir de bana bakarak:

    “Ayrıca Bayan Ubon’un çevresi çok geniştir. Yarın burada birbirinden değerli müzisyenlerle tanışma fırsatın olacak.” diye ekledi.

    Ajahn Sutep’in arkasından dışarı çıktım. Eşyalarımı arabadan aldığım sırada:

    “Bayan Ubon’nun sana vereceği tavsiyelerin dışına çıkma. Özellikle yarınki ritüele kadar, çantanda eğer abur cubur, kahve gibi şeyler varsa hiçbirini tüketmemelisin.” diye beni uyardı.

    Sesi her zamanki gibi pürüzlüydü. Sağlıklı ve daha derin bir deneyim için, başta hayvansal gıda olmak üzere, doğal olmayan katkı maddelerinin kullanıldığı gıdaların ritüelden  en az üç dört gün önce tüketilmesinin bırakılması gerektiğini, geçmiş yıllarda, Kızılderili Şaman kabileleri arasında yaşadığım için biliyordum. Ayrıca da çantamda yiyecek taşıma gibi bir alışkanlığım yoktu.

    “Tamam.” dedim.

    Araba, ardında büyüyen bir toz bulutu bırakarak ağaçların içinde kayboldu.

    Ajahn Sutep’le tanışmamızın üzerinden yaklaşık iki ay geçmişti. Bu süre zarfında zaman zaman birlikte uzun yolculuklara çıkıp ülkenin dört bir yanındaki etkinliklere katıldık. Bu yolculuklarda kimi zaman bir tapınağın misafirhanesinde, kimi zaman da bir pansiyonda konaklıyorduk. Bugün ise, ilk defa ayrılıyorduk. Tek bir gün bile moralinin bozuk olduğuna veya bir şeye kızıp sinirlendiğine şahit olmadım. Yaklaşık bir hafta önce kendisinden iki yaş küçük ve ailesinden arda kalan son yakınını, kardeşini, kaybetmişti. On iki saat süren bir tren yolculuğuyla cenaze töreninin yapıldığı şehre beraber gidip geldik. Ne yolculukta ne de cenazenin kaldırılması esnasında, yüzünde tek bir hüzün veya üzüntü ifadesi görmüştüm. Döndükten birkaç gün sonra, kardeşinin vefatının bahsi geçtiği bir ortamda, Ajahn Sutep’in cenazedeki halini kastederek:

    “Mutat bir etkinliğe gidiyor gibiydin. Ağlamayı geçtim, her zamanki neşenden bile ödün vermemiştin.” demiştim.

    Ortamda, emekli olduktan sonra, misyonerlik faaliyetleri kapsamında Tayland’ta yaşamını sürdüren Amerikalı Evangelist bir rahip vardı. Evangelist rahip bu sözüm üzerine güldü ve:

    “Sen daha Ajahn Sutep’i tanımıyorsun. O çok özel bir Budisttir.” dedi.

    Ajahn Sutep gözleri iyice kayboluncaya kadar güldü ve konuşurken her zaman yaptığı gibi, iki elinin parmak uçlarını, vurgulamak istediği noktalara dikkat çekmek istercesine birleştirip açarak:

    “Bağlılığın bedeli; er veya geç keder, ızdırap ve korkudur.” dedi.

Kısa bir sessizlik oldu. Dışarıdan köpek havlaması duyuluyordu. Lafa karışmamak için kendisiyle yoğun bir mücadele halinde olduğu her halinden belli olan Evangelist rahip, zoraki bir dikkat ve saygı gösterisiyle Ajahn Sutep’i dinliyordu. Evangelist rahip, karşısındaki insanı sonuna kadar dinleme inceliğini göstermeden, gerekli gereksiz her konuya İncil’den ayetlerle müdahale etmeyi pek severdi. “Ah şu kutsal kitap bağnazları yok mu!” diye iç geçirdim. Bunların faşist tutumları; inancın evrensel bir duygu olduğu ve her insanda, kendi mistik deneyiminin zenginliği ve entelektüel düzeyi ölçüsünde ortaya çıktığı gerçeğine karşı, kör kesilmelerine neden olmuştu. İnancı, sıradan bir coğrafyada ve tarihte ortaya çıkmış birkaç öğretiye indirgeyecek kadar, sağduyularını yitirmişlerdi. İnancın doğasına uygun bir tavır takınmak yerine, sözde mantıksal çıkarımlar yaparak dünyanın geri kalan coğrafyalarındaki kutsallara dil uzatıryorlardı. Oysa onların mantıksal çıkarımları, yine kendi kutsal kitaplarından yaptıkları alıntılardan ibaretti.

    Neyse ki bu sefer şanslıydım. Ajahn Sutep, Evangelist rahipten atak davranarak kaldığı yerden devam etmişti:

    “Bu nedenle korku ve kederin bir gün kapımı çalmaması için, hayatım boyunca dünyaya ve içindekilere bağlanmamaya çalıştım.”

    Ajahn Sutep olağanüstü bir adamdı. İçtenlik vardı onda. Her bir davranışında insana dair açığa çıkan mütevazi gerçekler vardı. Yetmiş yıllık bir ömrün meditasyon ve perhizle geçen kırk yılı, ona maddeyi değil, mistik deneyimleri hazine sayması gerektiğini öğretmişti. Bu nedenle dünya zevklerine sevinmeyi çiğlik olarak görürdü. Onun hayatında, bu düşüncelerin bir inanç veya felsefenin sınırlarını çoktan aşıp bir eyleme dönüşmüş olmasına şahit oldukça, kendi adıma cesaretleniyor ve umutlanıyordum. Çünkü bedenimi örtmekten başka bir işlevi olmayan paçavraların ağırlaştırdığı bir sırt çantasıyla savrulup durmaktan yorulmuştum. İnsan tanımanın da bir gizemi  kalmamıştı zaten. Tek tip bilgi kaynağıyla beslenen dünya insanının en uç muhabbet ortamları bile, büyüdüğüm mahallenin kahvehanesindeki deneyimden daha fazlasını vermemeye başlamıştı. Yüzeysel ilişkiler, kör arzular ve buna rağmen her ayrılıkta yaşanan sarsıcı acılar ve bunları takip eden dipsiz bir boşluk hissi… Veya hassas vaktin birinde, içinden bir giysi almak için çantamın fermuarından içeri soktuğum elime dolanan hatıra bir bileklik, bir kolye… “Sanırım çantamdaki bütün hatıra armağanlarını atmalıyım” diye düşündüm. “Evet, onun kolyesini de…”

    Yüksek sesle konuşuvermiştim, ama sözcükler dudaklarıma yapışmıştı sanki. Cümlenin sonundaki “de” nin sesi kulağımda ürkünç bir çınlama bırakmıştı. Nerdeyim ben? Birkaç kilometre uzanan tarlanın bitiminde, birdenbire başlayıp ufukta dağlarla birlikte yükselen bu ezici orman, bu sessizlik, burada yokmuşum gibi davranan melez Şaman kadın ve utangaç bakışlarını benden kaçıran iki kızı… Ben neyim? Bana öyle geldi ki, ben anne babasından ilk defa koparılıp yatılı okula verilen ağlamaklı bir çocuktum. Hala büyümemiştim. Elimde çantam, yatılı okulun kapısından içeri girmemek için direniyorum. Uzaklaşmakta olan arabanın egzoz sesi duyuluyor ormanın içinden. Ajahn Sutep’ten ayrılmak, daha şimdiden beni o eski melankolik ruh dünyama sokmuştu.

    Aslında Ajahn Sutep, isteseydi de kalamazdı; çünkü üzerindeki cübbenin temsil ettiği değerler, onun böyle bir ortamda vakit geçirmesini yasaklıyordu. Demin Bayan Ubon’nun barakasında otururken birileri onu burada görür diye diken üstendeydi. İki gün sonra Ajahn Sutep çıkageldi. Bayan Ubon’la vedalaşıp onunla birlikte tapınağa geri döndüm. Doğanın, bitkilerin ve etrafındaki tüm nesnelerin bir ruha sahip olduğuna ve kendisinin bu ruhlarla her daim sıkı bir ilişki içinde olduğuna inanan, bu nedenle günlük işlerinde bir ritüel ciddiyetiyle eşyaları adeta okşayan Bayan Ubon, benim dış dünyayla olan yüzeysel etkileşimi sorgulamaya itmişti. Bu nedenle sonraki günlerde, Bayan Ubon’ı zaman zaman ziyaret edip evinde konakladım; fakat gerek düzenlediği dini ritüelller, gerekse de günlük yaşantısıyla ilgili bilgiler, onun deyimiyle, hassas bir enerji barındırdığı gerekçesiyle, şimdilik sadece şahsi notlarımda durmak zorunda.

    Bir ikindi sonrasıydı. Camlardan düşen loş ışığın altında çantamı hazırladım. Arda kalan birkaç öteberiyi çantanın dış ceplerine sokuşturdum. Yatağıma gelmişti sıra. Yatak, tapınağın içine kolayca sızabilen akrep, yılan gibi zararlı haşerelerden korunmak için bir kamp çadırının içinde seriliydi. Çadıra dokunmadan, içindekileri toplayıp güzelce katladım. Çantamı sırtlayıp kapıya yöneldim. Kapı, tepelere, uzak ve yemyeşil tepelere ardına kadar açılıyordu. Kapının önünde, keşişler bekleşiyor, aralarında konuşuyorlardı.

    Ajahn Sutep, sağında duran keşişin sözlerini tercüme ederek:

    “Zamanın ne çabuk geçtiğini ve bugün gitmek zorunda olduğunu öğrenmesiyle üzüntüsünün birãnã (biraanaa) otu gibi çoğaldığını söylüyor.” dedi.

    (Ayrılık, ölüm gibi durumlar karşısındaki üzüntüyü ifade eden Taycada bir deyim. Birãnã otu yağmur mevsiminde, yağmurdan hemen sonra çok hızlı büyüyen bir ot.)

    Keşişe sarıldım. Altmışlı yaşlarındaydı. Bugüne kadar, Ajahn Sutep’in tercümanlığına ihtiyaç duymadan, onunla yalnızca vücut diliyle anlaşmış, dillerimizin farklı olmasının dezavantajını hiç yaşamamıştık; çünkü saf ve iyi duyguların aktarımı kolaydı. Aynı şekilde, diğer genç keşişle de hissedebildiğimiz ama kavrayamadığımız bir duygu dünyası gelişmişti aramızda.

    Hep birlikte, şehre kadar beni arabayla bıraktılar. Tren garında son olarak Ajahn Sutep’le sarılıp vedalaştık. Gözyaşlarımı tutamadım. Ajahn Sutep, Dhammapada’dan (Budist kutsal metinlerin olduğu kitap) alıntı yaparak beni teselli etmeye çalıştı:

    “…Ben ona müjdelenmiş derim ki, tüm tutkularından arındı ve dünyada evsiz barksız dolaştı…”

    Tümüyle tutkularımdan arınabilir miydim? O zaman telleri kopmuş bir saz gibi sessiz, renksiz ve soğuk bir gövdeden ibaret olmaz mıydım? Tapınakta ve Bayan Ubon’nun evinde yaşadığım mistik deneyimlerimi bir an hatırladım: Evet! Düşüncenin ve inancın eyleme geçtiği anlarda, her şeyden arınmak mümkündü!

İlk yorum yapan olun

Bir yanıt bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.


*